Hakkaniyetli bir lig organize etmeyi başaramadığımız gibi yıllardır transfer yapmayı da öğrenemedik. Yalvar yakar getirdiğimiz oyuncuları, çok geçmeden aynı şekilde yalvararak göndermeye çalışıyor, üstelik bir de ceplerine para koyuyoruz!
Galatasaray’ın Oliveira’sından başlayıp Beşiktaş’ın Aboubakar’ına, Onana’sına, oradan Fenerbahçe’nin Peres’ine ve Crespo’suna geçiyoruz. Bu çıkmaz sokakların iki temel sebebi var: birincisi yabancı sınırı, diğeri ise sosyal medya baskısıyla iş olsun diye oyuncu almak.
Yabancı sınırı, futbolumuzun kanayan yarası malum. Kulüpler, serbest bırakıldığında üçer, beşer oyuncu alıyor, ardından paralarını ödeyemeyince UEFA’lık oluyorlar.
Sınır getiriyorsun ama bu sınır, iki sezondan fazla dayanmadığı için sürekli elde bir ya da birkaç fazla yabancı kalıyor ve kulüpler, o oyuncuların oyuncağı haline geliyor. Bu konunun tek çözümü, asla ve katta bir daha değiştirmemek şartıyla yabancı sayısını belirlemek ve en az beş yıl sabretmek.
Yapabilecek bir babayiğit bulmak mümkün mü!? Hadi bulduk diyelim, yabancı sınırı problemini çözdük, peki sosyal medya baskısını ne yapacağız? Hayatlarında maça gitmemiş, takımların forma renklerinden bile habersiz olanlar, klavye başına geçtiklerinde birden bire koca camiaları yönlendirebiliyorlar.
Yazan çocukmuş, deliymiş, aptalmış, rakip taraftarmış, kimin umurunda! Sosyal medyada yazılanlar, insanların zeka seviyelerine göre değerlendirilmediği için her yazanı Einstein, her yazılanı da bir nevi ata sözü kabul etmek mümkün. Çünkü ortam müsait!
İyisi mi, yap transferi kurtul! Sonrası malum; sosyal medyanın alkışlarıyla aldıklarını, bir sezon sonra aynı sosyal medyanın küfürleri ve hakaretleri arasında göndermeye çalışıyorsun.
Peki, bu durumun bir çözümü var mı? Bence yok! Kulüpler, sosyal medya baskısına dayanacak bir yapıya kavuşamadıkları müddetçe bu saçmalık devam edecek ve milyonlarca Euro, kimsenin kim olduklarını bilmediği, muhtemelen çoğu bot hesap olan birileri tarafından kulüpleri klavye başından “yönetmeye” devam edecek.
Sosyal medya icat oldu, kulüpler bozuldu vesselam. Deyim yerindeyse artık harala, gürele battı balık yan going misali gidiyor kulüpler. Yolları açık ola!
Portekiz maçı hariç EURO 2024’te başarılı bir turnuva geçiren A Milli Takım, Dünya Kupası’na gidiş bileti alınabilecek bir turnuva olan Uluslar Ligi’ne Galler deplasmanında başladı.
Teknik direktör Montella, son Hollanda maçına göre aynı dizilişle ama dört değişiklikle maça başladı. Barış’ın yine tek forvet olarak yer aldığı 11’imiz, ilk yarı boyunca ev sahibi takımın baskısı altında oynadı ve bu baskıyı kırıp bir türlü karşı kaleye gidemedi.
İlk devredeki tek “pozisyoncuk” ise rakibin kaptırdığı topu Barış Alper’in Arda’ya aktarmasıyla elde edildi ama Arda’nın şutunu savunma blokladı ve tehlikeyi önledi. %70 oranında Galler lehine olan topla oynama istatistiği, ilk yarının adeta özeti oldu. Avrupa Şampiyonası’ndan eser yoktu.
İkinci yarıya biraz daha derli toplu başladık ve top daha çok bizde kalmaya başladı. 46. dakikada ilk kornerimizi kazandık. Hemen ardından güzel bir organize atakta Arda’nın soldan ortasına Barış yeterince iyi bir kafa vuramadı ve gol kaçtı.
Bu atak sonrasında kaleci baskı yiyip hata yapınca bir pozisyon daha doğdu ama onu da değerlendiremedik. Takımımızın ikinci yarının başındaki baskılı oyunu sonrasında etkisini kaybetti. Barış Alper kırmızı kart görünce yine mahkum bir oyun oynamaya başladık.
Yapılan değişiklikler de pek işe yaramadı. Neyse ki Gallerli oyuncular becerikli değillerdi ve girdikleri pozisyonları harcadılar. Sahadan beraberlikle çıkmamız ciddi anlamda şanstı. Milliler EURO 2024’ün uzağında bir performansla hayal kırıklığı yarattılar. İzlanda maçında çok daha iyi olmalılar.